29 Kasım 2016 Salı

Melissa E Hurst / Sonsuzluğun Sınırında


-Zamana karşı bir yarış başlıyor... Yıl 2013. Alora, halası Grace ile birlikte sevimli bir pansiyon işletiyordu ve birisinin kendisini sürekli takip ettiğine emindi. Onu gittiği her yerde hissedebiliyordu. Bu yetmiyormuş gibi zaman zaman bilincini kaybediyor ve bambaşka yerlerde uyanıyordu. Aklını kaçırıyor olabilir miydi? 
Yıl 2146. Bridger, Zaman Yolculuğu ve Araştırması Akademisi'nde eğitim görüyordu. O bir zaman yolcusuydu; genetik değişimler sonucu kazanılmış, az sayıda insanda bulunan bir yeteneğe sahipti. Akademi için yapılan bir zaman yolculuğu esnasında babasını görmüştü. Ölmüş olan babasını. Babasının ona tek bir şey söyleyecek kadar vakti vardı: Alora'yı kurtar.-

     Merhaba sevgili dostlarım, bugün sizlere bahsetmek istediğim kitap Sonsuzluğun Sınırında.  Aslında bu kitabı bırakın okumayı, almayı bile düşünmüyordum desem yeridir. Çünkü bu kitap aslında bizim instagramdaki arkadaşlarımızla oluşturduğumuz bir 'gün' sayfasında, o ayki arkadaşımızın istediği kitaptı ve benim bu kitabı alıp ona kargolamam gerekiyordu. Yalnız hesaba katmadığım şey, kitabı alıp karıştırmaya ve ilgimi çekmeye başlayınca kitabı beğenmem ardından da okumaya başlamam oldu. Şimdi konusuna gelirsek eğer, yukarıda arka kapağını belirttiğim gibi konusu zaman yolcuğu. Zaten bana göre bir kitabın konusu zaman yolculuğuysa şayet; bu, yazıyı ister istemez daha macera dolu, daha ilgi çekici hale getiriyor. Bir de her zaman yolculuğu kitabında ‘tarihin bozulmaması gerektiği’ konusu vurgulanıyor ve bunun üzerine bir kahraman ortaya çıkıyor. Hem tarihi koruması hem de maceradan maceraya atılması da pek zor iş yahu!
     Konusunu biraz daha açmam gerekirse; Alora 2013 yılında halası Grace ile kendi halinde yaşayan bir kız. Diğer bir ana karakterimiz Bridger ise 2146 yılında yaşayan bir zaman bükücü. Yazarın oluşturduğu dünyada insanlar mekan bükücü, zaman bükücü yahut zihin bükücü şeklinde çizilmiş. Bridger bir gün yetiştiği akademideki gözetmenleri, profesörlerinin kontrolünde sıçrayış gerçekleştirdiğinde ( zaman yolculuğu yaptığı sırada ) ölmüş olan babasıyla karşılaşıyor ve babası ona Alora ‘yı kurtarması gerektiğini söylüyor! Sorun şu ki Bridger Alora ‘ yı tanımıyor ve neden kurtarması gerektiğini bilmiyor. Yaptığı birtakım araştırmalarla Alora ‘nın bir yüzyıl önce yaşadığı ve cinayete kurban gittiğiyle ilgili bilgiler öğreniyor. Tabi biz bu sırada hikayeyi hem Bridger hem de Alora ‘nın gözünden takip ediyoruz. Şimdi Bridger ‘ın iki seçeneği var : Ya kalıp akademide annesinin de taktir ettiği  gibi yükselecek, ya da babasının çağrısına kulak verip çok büyük bir risk alıp izinsiz sıçrama yaparak 2013 yılına dönecek. Konusu zaman yolculuğu olan kitabımızda Bridger ‘ın tercih edeceği seçeneği tahmin etmek pek de zor olmasa gerek !
J
     Benim kişisel yorumum ise şöyle ki; kitapta birkaç yerde yaptığım tahminlerim tuttu diyebilirim, kitabın genel hattını oluşturan noktalarda çok şaşırmadığım ama tahmin edemediğim birtakım olaylar olmadı değil. Kitabın dili gerçekten akıcıydı ve belli bir yerden sonra ‘Hadi artık ne oluyor ortaya çıksııııııığğn’ modunda olduğum için de benim için hızlı biten bir kitaptı. Kitap ağırlıklı olarak bilim-kurgu türünde olmasa da genç-yetişkin olarak nitelendirilebilir. Kitapta kafamı kurcalayan bir diğer soru da Bridger ‘ın birçok yasayı çiğneyip bunlardan nasıl kurtulabileceğiydi. Ancak bu sorunun cevabına ulaşabilmiş değilim çünkü kitapta bu tarz bir yüzleşmeye daha gelinmedi. Yani anlayabileceğiniz üzere kitabın devamı gelecek. ‘’ Devamını mutlaka okurum! ‘’ demesem de bu kasım ayının son kitabı oldukça keyif vericiydi.
     
     İşte sevgili dostlarım, Sonsuzluğun Sınırı artısıyla eksisiyle böyleydi. Hafif bilim-kurgu, çokça genç-yetişkin, içinde kötü çocuk olmayan güzel bir zaman yolculuğu kitabıydı. Umarım siz de okursunuz, okumasanız bile yorumumu beğenirsiniz. Kitapla kalın!


12 Kasım 2016 Cumartesi

NIGEL WARBURTON / FELSEFENİN KISA TARİHİ


Merhaba dostlarım,bugün sizlere dün bitirmiş olduğum kitaptan Felsefenin Kısa Tarihi' nden bahsedeceğim. Nigel Warburton'un yazdığı, Alfa Yayınları’ndan çıkan ‘Felsefenin Kısa Tarihi’, batı felsefesinin kırk bölümde kronolojik bir biçimde özeti olarak filozofların hayatlarını ve düşüncelerini paylaşıyor. Bu kitapta düşünce sistemlerinin gelişimine tanıklık etmekle kalmıyor felsefenin gündelik hayatımızdan da bağımsız olmadığını anlıyoruz.Bu bağlamda felsefeye yeni başlayacaklara,felsefe okumayı sevmeyenlere ve hatta anlamamaktan korkanlara birebir.Warburton çoğunluğun gözünü korkutan ve anlaşılmaz olduğunu düşündüğü felsefeyi herkesin anlayabileceği ve günlük hayatında da kullanabileceği bir kavrama dönüştürüyor.2000 yıllık Batı felsefesini Sokrates'ten hayvan hakları hareketine kadar ana hatlarıyla sunuyor.
  Warburton, gündelik hayatla harmanladığı felsefe ve insanı olabilecek en yalın haliyle sunuyor okuyucusuna. Bizim sıradan gördüğümüz sorunlar,ilgilenmediğimiz konular bir filozofun hayatını adadığı arayış olarak karşımıza çıkıyor. Filozofların sorduğu ve değindiği kavramlar durumlara başka açılardan bakmamızı sağlıyor. 
     Platon’la başlayıp Peter Singer’la biten kitapta ölüm korkusunun zaman kaybı olduğunu ve ölümden öncesiyle ilgilenmiyorsak sonrasıyla neden bu kadar ilgileniyoruz diyen Epikuros’a; sorgulanmamış yaşamı koyunlara addeden Sokrates'e,haticeye değil neticeye bakan ve iktidarını korumak için her şeyi göze alabilecek Machiavellli'ye,uçurumun kenarında olsa da düşmeyeceğini düşse bile yaralanmayacağını düşünen (''bunu nereden bilebiliriz ki'') büyük şüpheci Pyrrhon'a,bir rüyada olmadığından emin olmaya çalışan ve aynı zamanda varlığından şüphe eden Descartes’a; Tanrı’nın yaşadığımız dünyada olduğunu iddia eden Spinoza’ya; mümkün dünyaların en iyisinde yaşadığımızı düşünen iyimser filozof Leibniz’e; ahlakın yalnızca yaptıklarımızla değil yapmadıklarımızla da ve hatta neden yaptığımızla ilişkili olduğunu sorgulayan ve ucunda ölüm de olsa yalan söylemememiz gerektiğini belirten Kant’a;‘Tanrı’yı öldüren Nietzsche’ye yer veriliyor.

     İşte böyle sevgili dostlarım,olay akışının olmadığı dilediğiniz sayfadan başlayıp dilediğiniz sayfada bırakabileceğiniz felsefenin kısa bir özeti halinde sunulan kitabın yorumlaması böyleydi.Birçok defa indirimde olmasıyla ülkemizde kitaba ulaşan sayısı da fazla oldu.Umarım siz de okur ve seversiniz.Okursanız bana da mutlaka yorumda bulunun.Kitapla kalın!


4 Kasım 2016 Cuma

ELİF ŞAFAK / HAVVA'NIN ÜÇ KIZI

Merhaba dostlarım,bugün birçok kişinin elinde bu sıralar sıkça gördüğünüz Havva'nın Üç Kızı'ndan bahsedeceğim.Ben kitaba bayılmasa da,eksikliklerinin farkında olsam da;sevenler tarafındayım.Öncelikle kitaba başlamadan Elif Şafak ve eşi hakkında dolaşan söylentilere şöylece bir baktım.Hal böyle olunca da kitabı okurken hassas olan konularda neler yazdığına daha bir dikkat ettim,'acaba şunu ne amaçla yazmış,şunu niçin söylemiş' lere daha bir adadım. Yine de kitaptan keyif aldım diyebilirim.Bir şekilde okuttu kendini.
     İlk olarak kitabın adının neden Havva'nın Üç Kızı bundan bahsedeyim.Üç farklı kadın; Peri,Şirin ve Mona...Şaşkın,Günahkar ve İnanan... Mütereddit, Münkir ve Mümin....Böylesine üç farklı kadının Oxford ' da okurken bir araya gelmesi anlatılıyor. Hal böyle olunca her bölümde bu üç kadının kendi başına hayatının işlenmesi ve ortak bir noktada buluştukları (ya da buluşamadıkları) din,Tanrı,bilim,aidiyet,Doğu-Batı tartışmaları işlenecek sanıyorsunuz.Durum böyle değil. Hikaye Peri Nalbatoğlu (Şaşkın,Mütereddit) 'nun ağzından anlatılıyor ve biz onun hayat hikayesini okurken Şirin ve Mona bir yerlerde karşımıza çıkıyor.Hatta son bölümler de olmasa Mona 'nın adı toplasak üç-beş sayfada geçiyor. Sık sık Peri 'nin fikir yapısının oluştuğu küçüklüğüne uğruyor,anne/babasının fikir çatışmalarının yaşandığı çocukluğunda dolanıyoruz.Onda tahribata yol açacak önemli noktaları en ufak detayına kadar öğreniyoruz.Hem gençliğinde,hem de çocukluğunda.Daha sonraları dönüyoruz evlenip çocuklarının ergenliğe girecek kadar büyümüş olduğu günümüze... 
     Peri 'yi okurken -ki özellikle günümüzdeki bölümlerde- sık sık Türkiye'nin yanlışları üzerinde durulması bir şeylerin empoze ettirilmeye çalışıldığını düşündürttü bana.Elbette eleştiriden ibaret yine de gözüme batmadı değil. Peri'nin kadınlar hakkındaki söylevleriyle çok yerindeydi.Örneğin kadınlara 'Yeni Başlayanlar İçin Ataerkillik Sözlüğü' günümüzdeki kadınların birçoğuna lazım! Bu arada bir de abisinin 80 darbe döneminde yaşadıklarından da bahsediyor Peri,şu sıralar gündemdekilerden dolayı bu sayfalar da gayet ilgimi çekti diyebilirim.Ha bu arada kendisi küçükken de yeterince küçük değil.Diğerlerinin aksine o daha ilkokuldayken din-aidiyet tartışmalarının içinde bulduğundan mıdır nedir daha bir olgun.Yaşıtları sokakta oyun oynarken onun düşündüğü Tanrı var mıdır yok mudur oluyor.Bu arada ailesinde kendini boy gösteren hatta zaman zaman büyük kavgalara dönüştüren siyaset kavgası da var.Onların ailesini hezimete uğratan bu durum bana 'Sevdiklerinizle siyaset yapmayın.Siyasetçiler yollarına bakar,kaybeden siz olursunuz' sözünü hatırlattı.( Ya da öyle bir söz işte :) 
     Hikayenin bir günümüzde bir yakın,bir de uzak geçmişte dönüp durması akıcılığını bozdu sanki.Sürekliliği bozdu,ağızlarda kekremsi bir tat bıraktı.Kitabın başında Oxford ' da ders aldığı sırada Profesörü Azur ' la ilgili büyük bir sır olduğunu söylüyor. Heyecana kapılmayın,o kadar da büyük bir sır değilmiş diyorsunuz bitince.Bitmesine yakın açıklanıyor çünkü.Bu kitapta geçen o kocamaan sır son elli sayfada kendini gösteriyor.Bu arada Peri 'yi, üniversitedeki bu Azur' la yaşadığı skandaldan Adnan kurtarıyor.Günümüzdeki kocası.Ona müteşekkir olduğunu belirtse de onunla tanışması,evlenmeye karar vermesi gibi bir bölüm yok.Kitapta pek Adnan'a yer yok doğrusu.
     Şimdi ise sevdiğim noktalara geçelim.Öncelikle baş karakterimiz Peri'nin kafası yaşam,Tanrı,Doğu-Batı meselesi gibi konularda hep karmaşık.Durmadan sorguluyor.Okuyanların sevmedikleri konulardan biri.Mutlaklık yok karakterde.Ama benim en çok sevdiğim noktalardan biri oldu ondaki kafa karışıklık.Düşünce yapısı,düşünüş biçimini kendimle bağdaştırdığım için belki de .Sadece bu konuda da değil.O yüz hatlarını anlattı resmen ben! Yüzünde sevmediği noktaları belirtti yine ben! Yalnızca bunlar da değil.Türkiye'deki erkeklerin düşünce,fikir yapısını,aşırılıklarını anlattı Peri kendi gözünden.Bu tespitler tam yerinde,eğrelti durmayan tespitlerdi ki bunları da çok sevdim.
     Küçük abisi Hakan'ın evlendiği bölümde olan olayları okurken de kitabı un ufak etmek istedim.Kitabı okumadım bu bölümde itiraf edeyim:Yaşadım! Bir film ya da dizi izliyormuş gibi hissettiriyordu o bölüme kadar.O bölümdeyse resmen yaşadım sahneyi.Olaya o kadar sinirlendim ki! Bizi, bize anlatıyordu aslında...
     Bu arada sevdiğim ve okurken büyük keyif aldığım noktalardan diğeri ise Tanrı derslerine giren Azur'un dersleriydi.Bu bölümleri okumak bana keyif verdi diyebilirim.Ancak kitabın sonunda o çok anlatılan profesörün kaybettiğini anladığı bölüm içim burkulmadı değil! Bu arada Elif Şafak' ın ''Aşk'' hakkında kaleminin daha güçlü olmasını beklerdim.Bu kitapta beni derinden etkileyen bir aşk yoktu.Belki de hikayede anlatmak istediği farklı konular olduğu içindir.Sevdiğim noktalar ağır bastıysa da beni derinden etkiledi diyemem kitap.Gerçi çoğu yerde uzun uzun sorgulattı ve düşündürrtü.

         İşte sevdiklerimle,sevmediklerim böyleydi bu kitap da. Önerir miyim? Din,tanrı,Doğu Batı'nın eleştirildiği(hatta bazen fazlasıyla) konulara açıksanız ve bu tarz eserlerden,yazılardan haz duyuyorsanız neden olmasın! Kitapla kalın.
           
    

1 Kasım 2016 Salı

ÖZGE UZUN / SİZİN HİÇ MAVİNİZ VAR MI?

''Bazı anlar...Hiç beklemediğin bir anda,tam da yeni bir yara açılmışken bedeninde,gökyüzündeki güneşe karışmış,maviliğe benzeyen bir çift göz gülümser sana.Elleriyle başını tutup öptürür kendini.Bir öpersin,yine tutar bir daha öptürür.Kulağına,'Seni çok seviyorum.'diye fısıldarsın.Bir gülücükle der ki,'Biliyorum.''
     Sizin hiç maviniz var mı? 

     Merhaba dostlarım,bugün sizlere bahsetmek istediğim bir kitap var,Özge Uzun'un Sizin Hiç Maviniz Var Mı?Kitabı üst komşumuzun ve tavsiyesi üzerine okumaya başladım.İyi ki de okumuşum.Çünkü bu kitap ''ön yargılı olanlara,her yaşananların altında bir bit yeniği arayanlara'vah vah' ile başlayıp 'ama' ile devam edenlere,hayatta kötü şeylerin hep sadece kendilerinin başına geldiğini düşünenlere,şükretmeyi bilmeyenlere,özel çocuğu olan ve savaşan annelere ve özellikle de erkeklere'' yazılmış yani hedef kitlesi geniş.

 Kitap otobiyografik türde.Kapakta da kendi fotoğrafı ve bir çift mavi göz var.Aynı zamanda Uzun,başarılı bir spiker ve sunucu.Eminim sesini tanıyorsunuz.İlk bölümlerde gençliğinden ve yaptığı işlerden/çalıştığı kanallardan bahsediyor.(TV8,CNN Türk,TRT,NTV..) Bu kısımlar benim de okuyacağım bölümle alakalı ve ilgimi çeken alanlar-meslekler olduğu için büyük bir hevesle okudum diyebilirim.Ama kitabımızın ana konusu bu değil.İşler Uzun'un anneliği tatmasıyla değişiyor.Dağhan (oğlu) her şeyi alt üst ediyor annesinin hayatına girdiği andan itibaren.Uzun plan yapıyor,Dağhan bozuyor.Bu arada Dağhan özel bir çocuk ve fiziksel anlamda da birtakım sağlık sorunları yaşıyor.Bu bağlamda anneyi ve babayı zorlu bir süreç bekliyor.Çocuklarının bakımıyla ilgilenirken Uzun'un ve eşinin ilişkilerinde de ister istemez yıpranmalar meydana geliyor.Bir yandan ilişkilerini sağlıklı yürütmeye bir yandan da Dağhan'ı tedavi ettirmeye çalışıyor anne.Konusu genel anlamda böyle.Bu arada Özge Uzun kalbinin kapılarını sonuna kadar açmış durumda-sanki bir arkadaşına anlatırmışçasına...
      Şükretmenin ve sabretmenin dışında cesareti de simgeliyor benim için hikayesi.Uzun'un ''o ne der,bu ne der''cilerden olmadığı aşikar.Cesur bir kalemi var ve çekincesi yok-ki kendi de belirtiyor bu durumu.Anne olmak,sağlıklı olsun olmasın onun için bir mucizelik olarak adlandırılıyor.Kitabın sevdiğim ve can alıcı noktalarından biri de görsellerle-sözlerle süslenmiş olması.Çocukların fotoğraflarıyla daha da zenginleşmiş.Bitirdikten sonra kitabı kendimi bir anda Özge Uzun'un instagram sayfasında buldum.Kızı Siva okula başlamış,o minik kız büyüdüğünde böyle cesur bir annesi olduğu için gurur duyacak.
     Son olarak;bu kitap gördüğü, yüreğin duyduğu, dilin söyleyemedikleriyle yazılmış çıplak bir kitap; mış gibi yapmayan, figüransız, çırılçıplak… Bir kadının kendi kalbiyle olan konuşmalarıyla derin, sahici, ama en çok da samimi. Biraz kulak kabartırsanız sesini bile duyabilirsiniz…